29 Temmuz 2008 Salı

Bir Yazi

Karadzic`in yakalanmasinin ardindan burada hemen her gun onunla ilgili haberler yer aliyor televizyonlarda. Ilginci su ki, gerek kendisi gerek de Sirp milliyetciler onu bir Sirp kahramani olarak kabul ediyorlar. Ulkesi adina onemli (!) isler yaptigina kanaat edip vicdanlarin temiz olduguna hukmediyorlar. 1 olay farkli yerlerden farkli hissiyat ve dusunlerle nasil farkli yorumlanabiliyor boylesine?! Tum bunlarin arasinda bugun ntvmsnbc`nin sitesinden okuyup hosuma giden bir yaziyi sizinle de paylasmak istedim.

(Mete Cubukcu): 1995 yazında Serebrenica’dan Tuzla’ya kaçan binlerce kadın, yaşlı ve çocuk havaalanındaki derme çatma çadırlara sığınmıştı. İlk göze çarpan erkek sayısının yok denecek kadar az olmasıydı; olanlarsa yaşlılardı. Binlerce kişi kocasını, oğlunu, kardeşini geride bırakarak kovulmuştu. Gazeteci olarak Serebrenica’da korkunç olaylar yaşandığını duymuş ancak henüz doğrulatamamıştık. Zaten o dönede Sırp bölgesinden haber alabilmek çok kolay değildi.

Tuzla Havaalanı’ndaki kadınlar ise ne yapacaklarını bilmez halde bizden yardım bekliyor, kocalarının, çocuklarının isimlerini bizlere verip yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmemizi istiyorlardı. O acı manzara karşısındaki çaresizliğimiz insan olarak bizleri çok yaralamıştı. Gazeteciliğin “ateşle imtihanı” durumlarından biriydi Daha sonra binlercesinin Sırplar tarafından katledildiğini öğrendiğimiz erkeklerin kadınlarıyla karşıyaydık işte. Yapabileceğimiz tek şey Tuzla’daki BM ofisine o isimleri ulaştırmak olmuştu.

Haberci olarak ise o kadınların seslerini dünyaya duyurabilmeye çalışmıştık. Sonradan neden sadece kadınların Serebrenica’dan sürüldüğünü öğrenecektik. Sıcak bir yazdı; insanlar kavruluyordu. Ama onları kavuran, çaresizlik, haber alamama, dünyanın duyarsızlığı ve BM’nin bile bile binlerce kişiyi Sırp kasaplarına teslim etmesiydi. Kime kızacağımızı bilemiyorduk. Haberci olarak kızgınlığımızı habere yansıtmamaya çalışsak da ortada büyük bir cinayet, etnik temizlik ve alçakça bir durum olduğunu biliyorduk.

Sırp faşistlerin katliamları karşısında “objektif” gazetecilik adına, hissizleşen, objektiflik adına eşitsiz güçleri eşitmiş gibi yansıtan, kurbanla katili aynı kefeye koyan, böyle bir durumda taraflara eşit uzaklıkta durmaya çaba gösteren bir ekolü temsil etmiyorduk. En azından ben etmiyordum. Tıpkı faşist Nazilerle soykırıma uğrayan Yahudilere ya da Filistinlilere bunca yıldır çektirdikleri eziyet karşılığında İsrail politikasına eşit yaklaşmadığımız gibi.

Faşist Sırp çetecileri Çetnikler’in çektirdikleri acıları kadınların ağzından yansıttık. Mektuplarını haber yaptık ve katliamların devam ettiğini vurguladık. Daha sonra da ne kadar haklı olduğumuzu gördük. O yaz çok zor geçmişti. O kadınları geçmişlerini yitirmişlerdi. Aralarında tecavüze uğrayanlar da vardı. Tuzla’daki rehabilitasyon merkezinde toplamışlardı onları. Aralarında intihar edenler oldu. Bazıları ise kaçırılıp Belgrad’taki batakhanelerde satıldı. Tuzla’daki merkezde kadınlarla görüşmek için koşulları zorlamadık. Gazetecilik vicdanımız o duruma el vermedi.

Onlara yeniden o anları tekrar yaşatmak doğru değildi. Ama merkez yöneticisi her şeyi bütün korkunçluğu ile anlatmıştı. Bosna savaşının en çok vurduğu da kadınlardı zaten. Ve hala vicdanlarındaki yüreklerindeki çizikler geçmiş değil. Sırp katiler yakalanıp adalete teslim edilse de o çizikler uzun yıllar kapanmayacak gibi görünüyor. O günlerde yaptığımız haberlerle insanların şimdinin moda tabiriyle farkında olmalarını sağlayabildik mi, Bosna’da katliam yaşandığını insanlara iletebildik mi bilemiyorum. Ama o korkunç olayları yaşayanlara borcumuzu hiçbir zaman ödeyemedik, ödeyemeyiz de. Sonuç olarak gazetecilik böyle bir insanlık durumu.

Bu yüzden sadece Karadziç’in yakalanması uluslar arası alanda 13 yıl sonra gelen bir başarı olsa da o kadınların ve bizlerin vicdanını rahatlatamaz. O günlerde Saraybosna kuşatmasını sadece televizyonlardan seyreden Sniper Avenue’da her gün insanların arenadaki hayvanlar misalini öldürülüşünün çetelesini tutan, Yugoslavya’da milliyetçiliğin kabarışını provoke eden, olan bitene göz yuman bir uluslararası toplumun Karadziç’i mahkûm etmesi, bu suçluluk duygusu karşısında onların vicdanlarını rahatlatabilir.

Etnik milliyetçiliğin, bilinç altına itilen düşmanlıkların bir gün önce ekmeğini paylaşan insanları bir gün sonra komşusuna tecavüz edecek kadar yabancılaştırdığını Bosna’da gördük. Milliyetciliğin nerelere varabileceğini, insanların nasıl bir akıl tutulması yaşayabildiğini onlarca yıldır “birlik” görüntüsü altında nefretin nasıl yaşatıldığına tanık olduk. O zaman Sırp-Hırvat milliyetçiliğiydi bu. Şimdi başka bir coğrafyada başka milliyetçilikler kolayca aynı korkunç tabloları yaratabilir.

Çünkü Bosna tek suçlu Karadziç değildir. Onunla birlikte olan, tetikçeken, tevavüz eden yüzlerce kişi şimdi Sırbistan sokaklarında dolaşıyor. Peki ne olacak Karadziç’in yargılanması her şeyi halledecek mi? Uluslar arası toplumun vicdanını rahatlatacak mı?

Arent’in söylediği gibi Nazi Almanya’sında toplama kampındaki görevlilileri hepsi sapık katil ve Nazi ruhlu insanlar değildi. Onlar devletin kendilerine veridiği görevi yerine getirdiklerini düşünen “iyi” insanlardı. Yugoslavya’da Kardziç’in peşinden giden onun emirlerini kanlı katliamlara çeviren sırandan tetikçiler de “milliyetçilik” adına iyi şeyler yaptıklarını düşünmüşlerdi.

Gecen yüzyılın gördüğü son büyük katliamın kadınlara yüklediği acı büyük oldu. Ama maalesef bu konuda da tedbir almak için bunların yaşanması beklendi. Örneği, tecavüz artık bir savaş suçu kabul edildi. Bir savaş silahı olarak kullanılması yasaklandı. Ülkelerin bekalarını milliyetçilikte, bölünerek yaşamakta değil birlikte eşit şartlarda yaşamak ve zor olanı başarmak olduğu Bosna’da test edildi. Ve bu test zor olanın yani birlikte yaşamın başarılmasının gerekliliğini ortaya koydu. Hem Türkiye’de hemde başka coğrafyalarda Bosnalı kadınlara borumuzu ödemek için bunu başarmak zorundayız.

Hiç yorum yok: