31 Mart 2009 Salı

Bosna ve Deprem

Deprem olgusunun Turkiye ve ozellikle Istanbulla sinirli oldugunu ve de buralarda olmadigini sanan ben azicikin yaniliyoruz bu aralar. Ilk once dun ogle saatlerinde, sonra da bu gece asagi yukari 5 civarlarinda (sismograf gibiyim masallah :) iki deprem oldu burada. Cok da yabanci degillermis depreme buradakiler. Yalnizca buyuk depremler olmuyormus o kadar. Hadi ben neyse de Freddie´nin Isvecli bunyesi omru hayatinda ilk kez deprem tecrube etmis oldu, eee her seyin bir ilki oluyormus demek.
Not: Su an aldigim bilgilere gore hakkaten de 5 siddetindeymis, vallah sismograf gibiyim :))

5 Mart 2009 Perşembe

Issız Adam


Türkiye faslı da göz açıp kapayıncaya değin geçti işte. Saraybosna bıraktığımız gibi karşıladı bizi; yağmurlarla... Hoş Manisa ve İstanbul'un da buradan kalacak yanı yoktu ya neyse. Türk politika haberleri, kitaplar ve Çağan Irmak'ın en yeni filmi Issız Adam, üzerimde buraya taşıdığım belli başlı Türkiye kalıntıları. Canım politikada konuşmak istemiyor. Kitaplarıma diyecek yok zaten. Hadi size Issız Adam'dan bahsedeyim. Aslında ben pek bahsetmeyeceğim. Sadece diyeceğim ki öğrencilik yıllarımda kendi başıma uzun vakitlerimi geçirdiğim ve de çok kişinin bilmediği Taksm Balık Pazarı ikinci el kitapçılarını filmde görmek çok hoştu. Bir de eski zaman şarkılarını dinlemek... Zaten bir tanesini film müziği yapmışlar. Fakat ben bunu değil de Semiramis'in söylediği Bana Yalan Söylediler şarkısını çok beğendim. İçindeki gitar ritmleri o kadar şahane ki! Filme gelince... Hoşuma giden bir yazıyı alayım buraya. Kendim bir şey yazmayayım pek.
...

Çağan Irmak'ın yeni filmi Issız Adam‘ı izledim geçtiğimiz günlerde. Tek başıma gittim. Normalde sinema benim için “birliktelik” işidir. Yani yanımda en az bir arkadaşım olmalı. O büyülü karanlığa, perdede geçen kurgulanmış hikayelere tezat olsun diye gerçekle bir bağım olsun isterim yanıbaşımda.

Issız Adam ile ilgili mümkün olduğunca az eleştiri, az ön bilgiye mağruz kalmaya çalışmıştım gitmeden önce. Kulaklarımı tıkadım. Buna rağmen sızan ön bilgiler arasında öyle bir tanesi vardı ki, muhakkak yalnız, tek başıma gitmeliydim. O ön bilgiyi paylaşmak istemiyorum. Ama gerçekten de “yalnız” gitmek doğru bir kararmış benim için.

Öncelikle Issız Adam’ın aceleye gelmiş bir film olduğunu düşündüğümün altını çizerek başlamak istiyorum. Senaryo öyle kopuk ki, sanki 5 sezon devam etmiş bir dizinin 5, 16, 21, 34, 43, 51. bölümlerini izlemişim gibi bir his verdi. Yani “film” olarak alındığında Issız Adam başarılamamış, hikaye oturtulamamış, zıplayan bir yapıya bürünmüş.

Aslında anlatılmak istenen hikaye oldukça sert ve gerçek olmasına rağmen, karakterler doğru adımlarla geliştirilememiş görünüyor. Ama şu bir gerçek ki, bu 5 sezonluk dizinin en vurucu bölümlerini izlediğimi hissettim.

Issız Adam’ın vurduğu nokta bu dönemin aşklarını çok gerçek bir şekilde verebilmiş olması. Hepimiz kendimizden bir şeyler bulduk hikayede. Çünkü biz de bu kadar garip ve nedensiziz aşkın ortasındayken.

Bu dönemin en büyük açlığı sevilmek. Sevilmek istiyoruz. Hem de efsanevi bir şekilde. Roman karakteri olmak istiyoruz ama yaşadığımız bu modern hayatta pek roman yazılmıyor. Ya da şöyle demeliyim, hiçbirimizin yaşadığı, bildiğimiz ve ihtirasla okuduğumuz bir romana benzemiyor ve benzemeyecek de. Çünkü biz de bu dönemin insanıyız. Sığ, çabuk tüketen, ne aradığını ve nasıl mutlu olacağını bilmeyen ama delicesine mutluluğu isteyen insanlar… Para, kariyer ya da şan, şöhretin peşinde koşuyoruz. Egolarımızı büyütünce mutlu olacağımızı zannediyoruz.

Buna rağmen, yaşanan bu modernite içerisinde roman karakteri gibi bir ilişkinin peşindeyiz. Karşımıza çıkanları önce herkese benzetiyoruz. İstemediğimiz herkese. Daha sonra bir küçük tavır, hareket, cümle birden bizi “Bu o mu yoksa?“ya götürüveriyor, işte bu derece açız sevilmeye.

Kim olursak olalım, hangi sosyal statüye sahip olursak olalım, aşkın ışığını cılız da olsa gördüğümüzde afallamaya başlıyoruz. Roman karakteri oluveriyor bir anda herkes “o” dahil. Tekrar ettiğimi bile bile yine yazıyorum; çünkü sevilmeye açız.

Bazı kriterlerin ya da farklılıkların aşık olma eşiğimize kadar taşıyvermesi çok kolay artık. Bazen de “o” olmadığını bildiğimiz halde, çarpık haller, kusurlar bile bize çekici geliyor. Diğerlerinden farklı oluşunun nedenlerinin zarar verici olması bile onu daha çekici kılabiliyor. Onu ayrıştırıyor ve aşık olmaya yelteniyoruz.

İşte Issız Adam bu noktaları, o kadar net veriyor ki, hepimiz karakterlerde kendimizi buluyoruz. Bu netlikler, karakterlerin özlediğimiz, yoğun ve derin bir aşk içinde olduğunu göstermiyor. Aksine günümüz ilişkilerinin sığlığını ve çabucak oluverişini ve hemen tüketiliverişini sertçe yüzümüze vuruyor.

Netlikler bölük pörçük ve hatta tam birbirine oturmuyor ama biz hayatımızdaki parçalarla, filmin kurgusundaki bu boşlukları gayet güzel bir şekilde dolduruyoruz.

Bir sürü eksik harf ve harflerin birçoğu yalnış yerde. Ama beynimiz ve yaşadıklarımız Issız Adam’ın bu boşluklarını öyle güzel dolduruyor ki, cümlesini gayet net bir şekilde okuyabiliyoruz. Çünkü bizim roman olamayacak kadar etkisiz hikayemiz anlatılıyor.

FriendFeed‘de Göze Sencer filmden bahsetmiş. Aslında Dilek Önder‘in film ile ilgili eleştirilerine katıldığını belirtmiş. Dilek Önder şöyle diyor;

Nerede, kim, kimi seviyor arkadaşlar, kendinize gelin.

Topu topu 1 aylık bir ilişki hadi hatırınıza aşk diyelim, yaşadılar sonra da erkeğin bağlanamama krizi yüzünden ayrılmadı mı bunlar?

Daral geliyor ve her daral gelen adam gibi, “Ayrılalım” diyor. Adam öteki hayatı seçiyor.

Şimdi sevgi bunun neresinde? Sevgi bu mudur yani? Vermektir, fedakârlık etmektir, emektir, paylaşmaktır…

Öyle sadece kakada kikidi ve sevişmeyle olmaz. Doğru mu? Eee? Bu ne yapıyor? Sıkışınca kaçıyor.Siz de bu adama ağlıyorsunuz?

Tüm bu eleştiriler filmin olmamışlığına dair değil de, olmuşluğunu gösteriyor bence. Zaten Alper gerçek biri olsa, bi’ tanıdığımız olsa, aynen Dilek hanımın yazdıklarını söylerdik yüzüne. İşte bu da karakterin ne kadar günümüz gerçeğine uygun olduğunu gösteriyor.

Maalesef ilişkiler bu kadar garip şimdi. “Bunun neresi aşk, neresi sevgi” diyoruz. Değil zaten. Bilinen, eski, saf, temiz, tutkulu ilişkilerden yaşmıyoruz ki artık.

1 ayda yükseliyor, kapılıyor ve ay sonunda bitiveriyoruz. Ve adını büyük, tutkulu aşk koyuveriyoruz. Çünkü işimize geliyor. Hızlı yaşıyoruz biz, hızlı tüketiyoruz herkesi ve her şeyi.

Aslında bu film aşk filmi değil “İstanbul” filmi. Gerçek bir İstanbul filmi. Hepimizin bu şehirde yaşadıkları kadar saçmadır filmin hikayesi. Hepimizin ilişkileri kadar sığ, hepimizinkiler kadar abartılmıştır. Abartırız yaşadıklarımızı, dünyanın kaderiyle oynarız sanki, büyük büyük laflar, felsefi ağıtlar.

İzlerken ağladık çünkü bizdik o perdedeki karakterler. Gözleri, bakışları, dokunamayışları, sevmeye korkmaları, başkalarına kaçmaları, başkasını sever gibi yapıp, işe yaramayan intikamlar almaya uğraşmaları, hepsi bizdik. Biz de aynen böyle garip kalıyoruz ilişkiler ortasında artık. Bizi bu dönem mi böyle yaptı yoksa biz mi eskileri yozlaştırdık bilmiyorum.

Öyle bir annesi olan birinin, nasıl değişebildiğinin, yaşadığı saçma hayatın, inandığı saçma hedeflerin ve koşturmanın, yani İstanbul’un, saflığı nasıl da bozduğunu, nasıl aşkın en güzel hallerinden bile korkan biri çıkarttığını gösteriyor.

Diğer tarafta romanlardaki aşkın peşinde olan ama birçok kez öyle bir aşkı yaşadığını zannedip kapılıveren bir kız. Darbeler alan, yıkılan ve güçlü olduğunu, kimseye ihtiyacı olmadığını, tek başına ayakta durmanın marifet olduğunu zanneden, hayatı sonuna kadar “öğrendiğini” varsayıp, yine hataları yapmaktan geri durmayan ve hatta bu hataları yaşamış olmaktan mazoşistçe haz alan ama bunu dışarıya belli etmeyen bir kız.

Buyuz, biziz bu karakterler. Biraz incitici, maalesef gerçek.