29 Temmuz 2008 Salı

Bir Yazi

Karadzic`in yakalanmasinin ardindan burada hemen her gun onunla ilgili haberler yer aliyor televizyonlarda. Ilginci su ki, gerek kendisi gerek de Sirp milliyetciler onu bir Sirp kahramani olarak kabul ediyorlar. Ulkesi adina onemli (!) isler yaptigina kanaat edip vicdanlarin temiz olduguna hukmediyorlar. 1 olay farkli yerlerden farkli hissiyat ve dusunlerle nasil farkli yorumlanabiliyor boylesine?! Tum bunlarin arasinda bugun ntvmsnbc`nin sitesinden okuyup hosuma giden bir yaziyi sizinle de paylasmak istedim.

(Mete Cubukcu): 1995 yazında Serebrenica’dan Tuzla’ya kaçan binlerce kadın, yaşlı ve çocuk havaalanındaki derme çatma çadırlara sığınmıştı. İlk göze çarpan erkek sayısının yok denecek kadar az olmasıydı; olanlarsa yaşlılardı. Binlerce kişi kocasını, oğlunu, kardeşini geride bırakarak kovulmuştu. Gazeteci olarak Serebrenica’da korkunç olaylar yaşandığını duymuş ancak henüz doğrulatamamıştık. Zaten o dönede Sırp bölgesinden haber alabilmek çok kolay değildi.

Tuzla Havaalanı’ndaki kadınlar ise ne yapacaklarını bilmez halde bizden yardım bekliyor, kocalarının, çocuklarının isimlerini bizlere verip yaşayıp yaşamadıklarını öğrenmemizi istiyorlardı. O acı manzara karşısındaki çaresizliğimiz insan olarak bizleri çok yaralamıştı. Gazeteciliğin “ateşle imtihanı” durumlarından biriydi Daha sonra binlercesinin Sırplar tarafından katledildiğini öğrendiğimiz erkeklerin kadınlarıyla karşıyaydık işte. Yapabileceğimiz tek şey Tuzla’daki BM ofisine o isimleri ulaştırmak olmuştu.

Haberci olarak ise o kadınların seslerini dünyaya duyurabilmeye çalışmıştık. Sonradan neden sadece kadınların Serebrenica’dan sürüldüğünü öğrenecektik. Sıcak bir yazdı; insanlar kavruluyordu. Ama onları kavuran, çaresizlik, haber alamama, dünyanın duyarsızlığı ve BM’nin bile bile binlerce kişiyi Sırp kasaplarına teslim etmesiydi. Kime kızacağımızı bilemiyorduk. Haberci olarak kızgınlığımızı habere yansıtmamaya çalışsak da ortada büyük bir cinayet, etnik temizlik ve alçakça bir durum olduğunu biliyorduk.

Sırp faşistlerin katliamları karşısında “objektif” gazetecilik adına, hissizleşen, objektiflik adına eşitsiz güçleri eşitmiş gibi yansıtan, kurbanla katili aynı kefeye koyan, böyle bir durumda taraflara eşit uzaklıkta durmaya çaba gösteren bir ekolü temsil etmiyorduk. En azından ben etmiyordum. Tıpkı faşist Nazilerle soykırıma uğrayan Yahudilere ya da Filistinlilere bunca yıldır çektirdikleri eziyet karşılığında İsrail politikasına eşit yaklaşmadığımız gibi.

Faşist Sırp çetecileri Çetnikler’in çektirdikleri acıları kadınların ağzından yansıttık. Mektuplarını haber yaptık ve katliamların devam ettiğini vurguladık. Daha sonra da ne kadar haklı olduğumuzu gördük. O yaz çok zor geçmişti. O kadınları geçmişlerini yitirmişlerdi. Aralarında tecavüze uğrayanlar da vardı. Tuzla’daki rehabilitasyon merkezinde toplamışlardı onları. Aralarında intihar edenler oldu. Bazıları ise kaçırılıp Belgrad’taki batakhanelerde satıldı. Tuzla’daki merkezde kadınlarla görüşmek için koşulları zorlamadık. Gazetecilik vicdanımız o duruma el vermedi.

Onlara yeniden o anları tekrar yaşatmak doğru değildi. Ama merkez yöneticisi her şeyi bütün korkunçluğu ile anlatmıştı. Bosna savaşının en çok vurduğu da kadınlardı zaten. Ve hala vicdanlarındaki yüreklerindeki çizikler geçmiş değil. Sırp katiler yakalanıp adalete teslim edilse de o çizikler uzun yıllar kapanmayacak gibi görünüyor. O günlerde yaptığımız haberlerle insanların şimdinin moda tabiriyle farkında olmalarını sağlayabildik mi, Bosna’da katliam yaşandığını insanlara iletebildik mi bilemiyorum. Ama o korkunç olayları yaşayanlara borcumuzu hiçbir zaman ödeyemedik, ödeyemeyiz de. Sonuç olarak gazetecilik böyle bir insanlık durumu.

Bu yüzden sadece Karadziç’in yakalanması uluslar arası alanda 13 yıl sonra gelen bir başarı olsa da o kadınların ve bizlerin vicdanını rahatlatamaz. O günlerde Saraybosna kuşatmasını sadece televizyonlardan seyreden Sniper Avenue’da her gün insanların arenadaki hayvanlar misalini öldürülüşünün çetelesini tutan, Yugoslavya’da milliyetçiliğin kabarışını provoke eden, olan bitene göz yuman bir uluslararası toplumun Karadziç’i mahkûm etmesi, bu suçluluk duygusu karşısında onların vicdanlarını rahatlatabilir.

Etnik milliyetçiliğin, bilinç altına itilen düşmanlıkların bir gün önce ekmeğini paylaşan insanları bir gün sonra komşusuna tecavüz edecek kadar yabancılaştırdığını Bosna’da gördük. Milliyetciliğin nerelere varabileceğini, insanların nasıl bir akıl tutulması yaşayabildiğini onlarca yıldır “birlik” görüntüsü altında nefretin nasıl yaşatıldığına tanık olduk. O zaman Sırp-Hırvat milliyetçiliğiydi bu. Şimdi başka bir coğrafyada başka milliyetçilikler kolayca aynı korkunç tabloları yaratabilir.

Çünkü Bosna tek suçlu Karadziç değildir. Onunla birlikte olan, tetikçeken, tevavüz eden yüzlerce kişi şimdi Sırbistan sokaklarında dolaşıyor. Peki ne olacak Karadziç’in yargılanması her şeyi halledecek mi? Uluslar arası toplumun vicdanını rahatlatacak mı?

Arent’in söylediği gibi Nazi Almanya’sında toplama kampındaki görevlilileri hepsi sapık katil ve Nazi ruhlu insanlar değildi. Onlar devletin kendilerine veridiği görevi yerine getirdiklerini düşünen “iyi” insanlardı. Yugoslavya’da Kardziç’in peşinden giden onun emirlerini kanlı katliamlara çeviren sırandan tetikçiler de “milliyetçilik” adına iyi şeyler yaptıklarını düşünmüşlerdi.

Gecen yüzyılın gördüğü son büyük katliamın kadınlara yüklediği acı büyük oldu. Ama maalesef bu konuda da tedbir almak için bunların yaşanması beklendi. Örneği, tecavüz artık bir savaş suçu kabul edildi. Bir savaş silahı olarak kullanılması yasaklandı. Ülkelerin bekalarını milliyetçilikte, bölünerek yaşamakta değil birlikte eşit şartlarda yaşamak ve zor olanı başarmak olduğu Bosna’da test edildi. Ve bu test zor olanın yani birlikte yaşamın başarılmasının gerekliliğini ortaya koydu. Hem Türkiye’de hemde başka coğrafyalarda Bosnalı kadınlara borumuzu ödemek için bunu başarmak zorundayız.

27 Temmuz 2008 Pazar

Reality?, Dream?

I am on the sofa and watching news from Aljazeera from our cable TV -by the way, it is such kind of a trend in Bosnia that almost all apartmens have cable TVs- for quite long hours. After a while I notice that my brain (only brain?) is irritated by the news about explosions, nuclear weapons, terrorist attacks, famine, typhoon etc. all around the world. Dead bodies, screams, shouts, cries are passing one by one first from my eyes and my brain and my heart... I just remember these verses from the Quran: "Behold, thy Lord said to the angels: `I will create a vicegerent (khalifa) on earth.` They said, `Wilt Thou place therein one who will make mischief therein and shed blood?- whilst we do celebrate Thy praises and glorify Thy holy (name)?´ He said: ´I know what ye know not." (The Cow: 30) I am thinking how actually angels were knowing that the human being would make mischief and shed blood on earth. I know their all knowledge is from the God but according to what? Did they see any experience of human being or just did they recognize the potential of badness inside them? Moreover, the God told to the angels that ´I know what you do not know!´ It was not saying that `You are wrong, they will never do any of these ones` but somehow it means that `Despite what you are saying about human being is true, it is just a part of a truth. I know the other parts of the Truth which gives me motivation to create them.` Somehow it means that `Because of these other parts of the reality, it is totally worthful to create them.` What I am watching on TV reflects the first part of the conversation, the part where the angels are questioning the essence of the human being. But what keeps me hopeful is the knowledge of the second part of this conversation.

22 Temmuz 2008 Salı

God Bless Bosnia!

Maybe some of you heard about this new from TVs and newspapers, but I would like to write a bit about it because that I am now so close to the happenings. Yesterday night, the war criminal Radovan Karadzic was arrested in Serbia, Belgrad. I was almost on the way to sleep and started to hear klaxon coming from the cars. I could not understand what was happening but now I know that Bosniaks were celebrating his arrest occuring 13 years later after the war. I do not know the details but it is my personal idea that probably he has been in Serbia since 13 years but Serbians decided to arrest him just now since they are so eager to join EU. Sorry, I can not write these explanations in English but the situation can be interpreted as: "Hey gözünü sevdiğimin AB'si, sen nelere kadirsin!"
...
As a small note, I have a memory in my mind about Karadzic from BBC's documentary about Srebrenica. He was the leader of the soldiers who occupied the city and in a video taken by themselves he was giving a small speech and exactly saying these words: "Now, 11th. of July 1995 is a HOLY DAY since we came here and conquered the muslims, Turks!" It is quite common expression here to call muslim people (Bosniaks) as Turks because of Ottoman heritage.

20 Temmuz 2008 Pazar

Pocitel+Blagaj+Mostar ve Dino Merlin...

Gezmenin ve etkinlik katılımının sınırlarını zorluyor beden ve ruh ikilim şu aralar. Dün itibariylen kapsamlı bir yolculuk çaldı kapımızı. Kalabalık bir öğrenci güruhu ile Mostar tarafına doğru yola koyulduk sabah erkenden. Bu arada şunu fark ettim ki, yaptığımız geziler buraya yaz kursu için gelen öğrencilerle olduğu için gözlem şansım oldu, yeni nesli memnun etmek çok kolay değil. Kendimi hakkaten baya yaşlı hissediyorum onların yanında. Mesela tarihi bir camiyi ziyaret ediyoruz beraber, diyor ki bir tanesi ; "ne özelliği var şimdi bunun?" Tabi aynı anda video çeken, müzik dinlenilen kompleks el kadar telefonların üretildiği çağda taş yığını hatta yıkık taş yığını bir cami pek de heyecanlandırmıyor onları. İstiyorlar ki camide de bir atraksiyon olsun. Işın çıkarsın mesela, etrafında dönsün vs. İsteksizler, yorgunlar, meraksızlar ve heyecansızlar. Tabi bu bir genelleme ama yaygın bir genelleme. Neyse... Yolumuz bu defa güneye doğru, daha ılıman iklimin hakim olduğu Hersek tarafına doğru idi. Yol bazen yalçın kayaların etrafından, tünellerden, bazen de yemyeşil nehir kenarlarından devam etti. Meşhur Neretva ile de tanışmış olduk. Ne güzellik ya Rabbim!
Yaklaşık 2 saatlik bir yolculuğun ardından önce eski bir Türk köyüne, herşeyiyle geçmişinden korunan, Poçitel'e gittik. Köy dediysem bildiğiniz köylerden değil pek. Öncelikle yaşam alanı olarak değil de daha çok turistik amaçlı hazırlanmış pek çok şey. Bir hamam, bir saat kulesi, bir cami, bir medrese ve de tepede bir kaleden oluşan...
Bu arada, bir parantez açmak istiyorum buranın köylerine dair. Bizim memlekette köy dedin mi gelişmemişlik, mahrumiyet, bakımsızlık gelir akıllara çokça. Oysa Bosna'ya geldiğimden beri gördüğüm köyler bizim sahil yerleşim yerleri ile aşık atar nitelikte. Dün yol boyu gördüklerim bana Çeşme-İzmir yolundaki yerleşim yerlerini hatırlattı. Devam edelim efenim... Poçitel'in ardından Blagaj ya da Sarı Saltuk tekkesine uğradık. Rivayetlere göre Sarı Saltuk, talebelerinden kendisi için ölümünden sonra hazırlanmak üzre 8 tane tabut yapılmasını istemiş. Ve de bunalrın farklı yerlere gömülmesini... İşte bu 8 farklı yerden biri de Mostar'a 10 dk. uzaklıktaki Blagaj'da.

Tekkenin bulunduğu yer o kadar güzel ki! Yüksek bir dağ yamacının eşiğindeki bir mağaranın dibinde, nehre bakan şirin bir tekke Blagaj tekkesi. İlginçtir ki bana ferahlığı, sükuneti hatta itikafı çağrıştıran bu yerlerin etrafı şimdilerde restoran ve de turistik eşya satan yerlerle dolu. Eee devran dönüyor işte durmadan.Ve sonraki durak Mostar! Aslında tamamen Mostar'ı gezdik demem yanlış olur çünkü Mostar demek daha çok köprü ve etrafındaki eski yerleşim yerleri demek ki biz de oraları gezdik yalnıcza. Evet, sonunda Mostar köprüsünü canlı canlı görüp hatta üzerinde yürüme şerefine nail oldum. Onca şeyden sonra hala o kadar ihtişamlı ve güzel ki! Her bir duruşu fotoğraf çekenlere ayrı bir poz niteliğinde. Objektifi ona çevirip de çirkin fotoğraf çekmem imkansız adeta.Her ne kadar bazı kişiler suya girmeyi deneseler de, hatta bir tanesi biz orada iken kendini köprüden soğuk sulara balıklama slaıverdi para karşılığında, ben ancak ayaklarımı buluşturabildim Neretva ile. Su o kadar soğuk ki! Neretva'da ayaklarım :)
Mostar köprüsünün hemen yakınında ona çok benzeyen daha ufak bir köprü daha bulunuyor. Şehrin iç taraflarında ise savaştan izler pek silinmemiş gibi. Binalar hemen hemen olduğu gibi duruyor öylece.
...
Bütün gün boyu süren bu yolculuklar beni kesmemiş olacak ki Saraybosna'ya geldiğimiz gibi bir sonraki durağa uzandım heyecanla; Dino Merlin konseri. Kendisi İstanbul'a geldiğinde gitmeyi çok istemiştim ama nasip olmamıştı. İşte bu defa onu kendi evinde izleme şansım oldu. "O şarkı söylediğinde Balkanlar'a barış gelir!" dedikleri yaşlı kurt. Bosna'nın en büyük stadyumunda nerdeyse boş tek bir yer kalmamacasına doluydu etraf. Eee 4-5 senede bir konser vermesi hasebiyle özlemliydi Bosnalılar herhalde. Ben de nasipliydim :) Sahneye çıkarken dev ekranda saatler geri sayım yaparken bir yandan da kalp atışı efekti vermeleri çok güzeldi. Sahne performansı da çok hoştu konser boyu. Sanki özel hazırlanmış gibi bir süre sonra sahnenin tepesinden harika bir dolunay çıkınca herşey tamam oldu. Her ne kadar çoğu zaman konuşmalarını ve de şarkı sözlerini anlamasam da o hep bir ağızdan söylenen şarkılar, o toplu coşku yok mu, içine çekiverdi.
Güzel bir gün oldu arkada kalan vesselam!

17 Temmuz 2008 Perşembe

Travnik!!!

We got a chance to see another city in Bosnia. Well this time the visit was as a usual trip rather than special one like in Srebrenica. First, we were on the unique freeway of whole Bosnia and this solely road is just 27 km! But it was so nice to see outside scenes which were generally green areas and cute houses. A scene from the road can be seen below:Here, there is really nice tradition that I am crazy about. Almost all the houses have so nice flowers with different and lovely colors. Let's see when I can get my lovely ones?! Our trip took one and a half hour. I have learned that the city is especially famous with the vezirs that they served during Ottoman Empire. Another thing hat I have learned about Travnik is that during the war times, they paid money and got mines to put them all around the mountains for protecting their city from Serbian attacks. Indeed, they were successful because today it can be easily noticed that the city did not get so much detriment as the other cities. The city is famous about its fortress whose photos can be seen below:

Another famous thing about the city is really old mosque from Ottoman period. I liked this mosque quite much because first of all, it has so interesting figures on its outside walls. It is known that the mosques generally do not have miniatures on their outside walls. But this one has! And secondly, inside the mosque, all the things are maden from wood and so colorful. The pictures from the mosque are below:Yeees, there are more things about Travnik. I really liked the river going insdie the whole city and on some parts of this river, a special type of fish called trout (alabalık) is feed. So, it is so good idea to eat this fish there as freshly as possible.
I do not like to put special photos on my blog but I think the one that I was taken inside the medrese of Travnik is not inside this category. Do not you think? :)

On the way to return, we visited a small village called Ahmic. The importance of this village is, during the war time, almost all the residents of it were collected by the Croatians and put insdie the mosque and then burned! The mosque was repaired now and there is a long list of died people just at the front of the mosque. We could talk with the imam of the mosque for a while and he said that now there is not so much Croatian left here and generally we do not talk with them so much. Every part of Bosnia has so much memories from the war, hard to neglect, forget them!

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Srebrenica, 11 July 2008

Başlıktan da anlaşılacağı üzre bir kaç gün önce 13. yılına girilen Srebrenica olaylarından ve de oraya yaptığımız gezisinden bahsedeceğim. Lakin bu o kadar da kolay değilmiş ki bütün metni ve fotolarıyla hazır hale getirdiğim yazımın silinişinin ardından (tamamen teknik beceriksizliğimden kaynaklıyor yine :( kendimi tekrardan baştan sona yazmaya hazır hissediyorum şu an. Bakalım kalem (tuşlar) nereye vardıracak kelamı bu defa!
...
Srebrenica'ya yolculuk belki de herşeyden önce yürek burkucu bir belgeselle başladı. Gitmeden 1 gün önce televizyonlarda gösterilmeye başlanan belgesellerden biri idi, BBC'nin hazırladığı İngilizce ve Boşnakça karışık bu belgesel. Olayı gün gün aktarıp tanıkların yaşadıklarından kesitler sunuyordu belgesel. Sahi neydi Srebrenica'da yaşananlar? Niteliğe vuracak olursak bir kaç kelimeden baretti; 20.000 Boşnağın katliama uğraması... Halbuki niceliğe gelince ne kadar çok şeydi vardı anlatılacak; Hollandalı 'barış-gücü' askerleri bölgeyi 'safe-area/güvenli alan' ilan edince Boşnakların sevinci vardı mesela ya da aynı askerlerin Sırp gücünü görünce alanın pek de güvenli olmadığına karar verip koruma altındakilere "başınızın çaresine bakmanız gerekiyor" deyişleri... Sonra da Boşnakların başların çaresine bakma çabaları... Kadın ve çocukların erkeklerden Sırplarca ayıklanışı/koparılışı ve de bu ikinci grubun hayatta kalma çabaları... Neticesinde birbirini bir daha hiç göremeyen ancak yıllar sonra DNA testlerinden bulunan cenazeler sayesinde bir bakıma vuslat yaşayan insanlar ( ama evvela da kadınlar), yerlerinden yurtlarından olanlar, genişçe bir alana yayılmış bembeyaz mezar taşları, yakılmış-delik deşik edilmiş-terkedilmiş evler, sokak taşlarına kadar sinen ve belki de hiç silinmeyecek olan hüzün... Yola çıkmak daha da bir ağırlaşmıştı belgeselin ardından. "Ya anlayamazsam, hissedemezsem, paylaşamazsam"ın korkusu sarmıştı, büyük sorumluluktu artık yola çıkmak.
...
Sabah 3'te kalktık yola çıkmak için. Hoş, ben heyecandan o ana kadar da uyuyamamıştım pek. Güvenlik açısından konvoy eşliğinde yola çıkılması gerektiği için bekleyiş uzun sürdü ve ancak 7'de ayrılabildik Saraybosna'dan, 9-10 otobüs insan ve polis araçları eşliğinde... Bosna'ya geldiğimden beri Saraybosna sınırlarından ilk çıkışın heyecanı da sardı beni hemen. Çok yorgun olmama rağmen hiçbir şeyi kaçırmamak adına gözlerimi dört açtım (açmaya çalıştım daha doğrusu :) Yediklerim içtiklerim bana kalmak şartı ilen gördüklerime gelince... Bir defa, bunca yağmur dolayısı ile pek de şaşırtıcı değil ama, her yer o kadar yeşil ki! Gittiğimiz yol oldukça dağlık ve kayalık olmasına rağmen yeşillik tüm yol boyu takip etti bizi. (Aşağıya bakıla lütfen!)
İkincisine geçmeden önce belki de çok bilinmeyen bir hususu açıklamak istiyorum. Çok bilinmeyen diyorum çünkü kime anlatsam bilmediklerini belirtiyor ki ben de buraya gelmeden önce bu gerçeği bilmiyordum. Bosna-Hersek, tek bir ülke olmasına karşın iki ayrı ülke barındırıyor aslında içinde; Sırp Cumhuriyeti/Respublika Sırpska ve Boşnak-Hırvat Federasyonu... Peki bunlar neye göre ayrımlanmış? Aslında bu ayrımın kendisi savaşa dayanıyor zira Sırpların öldürme harekatları ile 'temizlenen' bölgelerde Sırpların çoğunluk olduğu yerlerden oluşuyor Sırp cumhuriyeti (bir nevi kanla çizilen sınırlar yani) ki Bosna diye bir ülkenin varlığını da kabul etmiyorlar zaten. Şimdi diyeceksiniz ki (ki ben kendi kendime demiştim bir vakitler) ne ...k yemeye ısrarla ülkeye bağlı bulunuyorlar o zaman? Bu da bir zorunluluk icabı aslında. Savaşın sonunda imzalanan Dayton anlaşması, 3 etnik grubun ayrılık hususunda elini kolunu bağlıyor. Zaten Sırpların da tüm Bosna'yı kendilerine almadan ayrılmaya niyetleri yok sanırım ki. Lafa daldım, diyeceğimi unuttum. Ha, işte bu ayrılık-gayrılık hasebiyledir ki yolun bir kısmından sonrasında neredeyse her adım başı polisler vardı. Aslında bu bizim için güvenlikti bir bakıma çünkü daha önce taşlamalar falan oluyormuş. Şükür ki biz böyle bir sıkıntı yaşamadık. Srebrenica'ya gelince... Yüksek dağların ardından aşağıya inilince ulaşılan ufak bir yerleşim yeri. Buraya bir parantez daha açayım ki Sırplar daha çok yüksek bölgelerde yaşıyorken Boşnaklar alçak kesimlere yerleşmiş durumda. Bana anlatılana göre bu durum onların Sırplarca 'avlanmasını' kolaylaştıran bir etmen oluvermiş. Savaştan sonra olduğu gibi bırakılan ve içine geri dönülmeyen bir sürü ev var içerisinde hala. Pek fazla bir onarım da çarpmadı gözüme. Zaten şehitlik şehrin dışında olduğundan ayrıntılı olarak şehri görme şansımız da olmadı maalesef. İzlenimim, otobüs penceresinden görebildiklerimle sınırlı yani. Fakat zaten o gün hemen herkes Bosna'nın türlü yerlerinden gelen bir sürü insanlar beraber şehitlikte idi. Bunlara, yabancı televizyon kanalları, turistler de dahil. İroniktir ki Hollandalılar, üst düzey katılımcılardan idi! Şehitliğe girmeden önce Hollandalı akserlerin 95'te konuçlandığı ve de Sırpların bir çok kişiyi zulüm eden yöntemlerle öldürdüğü büyük aliminyum fabrikasını gezdik önce. Herşey savaş anında donmuş sanki. Bir çivi bile çakılmamış o zamandan bu yana. İçerisi karanlık, soğuk ve ürkütücü. Tek farklılık, ölenlerin alfabetik isimlerinin yazılı olduğu levhaların yerleştirilmesi...
Sonrasında ise yolumuz şehitliğe uzandı. Öldürülen 8.000 kişinin yer aldığı şehitlik. Gerçi bütün cesetler henüz tespit edilebilmiş durumda değil. Bu sene, kimlikleri yeni tespit edilen 307 kişinin katılışı vardı mesela mezarlığa. Topluca kılınan namazların ardından defin işlemleri başladı zaten bu 307 kişinin.

Son olarak ise biz alanda iken çalınan ve de TRT'nin Mavi Kelebeğin İzinde adlı belgesele fon müziği yaptığı eseri koymak isitiyorum buraya. Bu arada, mavi kelebekler, yalnızca toplu mezarların üzerinde açan çiçeklere konan bir türmüş. Yani toplu mezarları bulmak için katip edilen kelebekler...

5 Temmuz 2008 Cumartesi

Sweet Saturday

I knew that I could not see so much places in Sarajevo since I came here and when I have time now after all school works, I have decided to go outside for discovery of the city. Indeed, to know it more might be a good start to feel more close and to love more -maybe as for the other things. Then we met with our lovely guide -who is my friend and my student :)- to go to Baščaršija (Başçarşı) where is the heart of the city, center of all starts and center of all meetings. First, we went to a museum which was actually turned from a house of Ottoman period during 1600s. As it can be seen below, each room of this house totally reflects the soul of past times.














The one which is on the left side above shows a big room and the other picture shows the heating system of those times. More pictures (about hand-made wooden door and a scene of the outer part of the house) inside this lovely house can be seen below:



















I just thought that they had quite much rooms in their houses before which are even arranged as comfortable for guests. However, nowadays, it is even so hard to find three-rooms apartment in Sarajevo.
...
The next stop for us was another nice building which was from Austria-Hungarian times and now it is used as a theology faculty of Sarajevo University. We were lucky to go insdie on saturday and it was totally worth because I felt in love with the building. It was beautiful. I thought one can be a student there just to be close to this nice place everyday.























...
Then Alija's grave... I especially wanted to see his grave when I am reading his famous book, Islam: Between West and East. His grave is locating on a hill with lots of graves belonging to the ones who died during the war between 1992-1995. Maybe sounds strange but for the first time I thoguht I can be under the soil together with all the other ones. There were so much flowers on each grave and there is a small lake going among the graves. It was really refreshing atmosphere.
The grave which has grey dome on it in the picture is the Alija's one. It was said that generally soldiers are waiting for his grave but when we were there, there was no soldier and we could manage to take so close pictures around it. The graves are locating just below a nother nice and famous place which is called Tabya. I need to confess that it was a bit hard for me to climb the whole way when my husband and our guide could go easily. They sometimes needed to pull me. I think I am really getting old. But the view after we settled was so beautiful. We could see almost all the city.








One of the pictures that we took from this upper part can be seen on the right side. Actually our guide said that it is especially nice to be there during sunset and during the night when the sky is full of with stars or a moon. On the other hand, we have learned that these nice places close to the hill were the ones which ruined most by Serbians. We have also learned that it is because that Bosnian people got used to use lime trees for making tea and even such kind of food, today those trees are the reminder of war times for them. Lime trees... They are all around our apartment and I really like to smell them when we are walking on the streets. Same smell but different memories for Bosnians and for me.
...
Our walking continues through Vratnik mejdan. Small old streets... Was really nice to walk around. In Vratnik mejdan, we saw a new area which has walls full of with the names of people who died during the war from the area. And the day has finished in Morica Han via drinking Bosnian coffee.