18 Aralık 2009 Cuma
Sarajevo, the white bride!
13 Aralık 2009 Pazar
M. İslamoğlu ile Söyleşiden Arta Kalanlar
1) İslam Fetih Tasavvuru: Fetih, toprak almak ve güç elde etmek değildir. Fethin amacı, yürek kazanmaktır. (Bkz. Fetih ve Nasr sureleri)
2) Batı ile Karşılaşma: a. Endülüs b. Osmanlı c. Şimdi (karşılaşma adalet ve ahlak üzerinden artık)
3) Balkanlar ve İslam: Balkanlar'ın İslam ile bir şekilde hemhal olma yolları;
a. Sicilya'dan gelenler (İdrisi gibi) b. Kuzeyden gelen Türk kavimleri (Uzlar, Peçenekler vs.) c. Selçuklular (Sarı Saltuk örneğin. Bu Sarı Saltuğun hikayesi ilginç. Zira zaat-ı muhterem ölmeden önce kendisi için 11 tane tabut yaptırılmasını ve sadece 1 tanesine asıl cesedinin konmasını arzu ediyor. Tabutların hepsinin de ayrı yerlere gönderilmesini istiyor. Tabutların şu an itibariyle nerelerde olduğu tartışma konusu. Evliya Çelebi'ye göre tabutların olduğu bazı yerler şunlar; Edirne, Babadağ, Bulgaristan, Moskova, Lehistan, Bohemya, Bosna -önceki yaz bu bahsedilen tabutu görme imkanımız oldu. Hatta foto da koymuştum- veee İsveç!)
4) Bosna ve İslam: Bogomiller büyük bir etken, Osmanlı 'dan da evvel. Bu Bogomiller ilginç bir mevzu. Değişik inançları varmış; Meryem'i kutsal saymıyorlar, vaftizi kabul etmiyorlar, ruhbanlık yok, haçı reddediyorlar, İsa'nın çarmıha gerilişini reddediyorlar ve maniehistler. İşte bu tarz inançlarından dolayı Osmanlı bu topraklara geldiğinde İslam'a geçişin kolay olduğu belirtiliyor bazı tarihçilerce. Oryantalistlere göre ise Boşnakların İslam'a geçiş nedenleri şöyle; zulüm, cizyeden kaçınmak, dünyevi menfaat ve mevki, kilisenin yetersizliği. Bu tarz iddialar gerek Babuna gerek Malcolm ve gerekse de İmamovic'in Bosna tarihine dair kitaplarında sebepleri ile beraber reddediliyor. İslamoğlu'nun öne sürdüğü İslam'ı kabul gerekçeleri ise şöyle; sade tevhid akidesi, kilisenin zulmünden kaçma (Bogomillerin Vatkan tarafından reddedildiği ve soruşturmaya tabi tutulduğu biliniyor), feodallerden kaçma ve katolik-ortodoks çekişmesinden sıyrılma. Özellikle Saraybosna'daki milli müzede Bogomillere ait eski mezar taşları bulunuyor. Farklılıkları mezar taşlarından dahi gözlemlemek mümkün.
İşte sohbetin genelce özeti böyle idi. Üzgünüm ki İslamoğlu'nun o latif sohbet üslubunu yansıtamıyorum tamamiyle. Affola!
26 Kasım 2009 Perşembe
9 Kasım 2009 Pazartesi
Nacizane Paylaşım
...
Rabbim nur yanılgısı ile nar'lara tutuşturmasın, nur'landırsın inşallah. Amin.
31 Ekim 2009 Cumartesi
Two Songs that I want to Introduce to You
A nice part from its lyrics:
You are everything I need and more
It`s written all over your face
Baby I can feel your halo
Pray it won`t fade away!
...
The second one I would like to introduce you is more less known one I guess. As a general information, there is an idiosyncratic music type in Portugal called Fado. And one of the best practitioners of it is Amalia Rodrigues. One of her songs, that I also recognize from somewhere, is called Solidao. Here it is!
26 Ekim 2009 Pazartesi
Try of the trial of Karadzic
20 Ekim 2009 Salı
Compulsory and Painful Trip to Metkovic (Croatia)
15 Ekim 2009 Perşembe
:((( Yine...
...
Dönüp sana öğüt verirler
Dünya malı ile gözün boyarlar
Aşık öldü deyi salâ verirler
Ölen hayvan olur,
Aşıklar ölmez... (YUnus Emre)
12 Ekim 2009 Pazartesi
Snow, Kar, Snijeg, Snö...
19 Eylül 2009 Cumartesi
Bayram Serif Mubarek Olsun!
...
You can wonder what this package is about. I got a big letter for eid (actually not for eid but it became like that). I ordered books from 'Kitap Yurdu' first time and I was quite wonderous when I could get it, if I could get it at all etc. etc. Yees, I got it just before the eid. I was so happy to get it with 6 books inside and 26 stamps on it :)
...
Hani Barış Manço söylerdi ya "Bugün bayram, erken kalkın çocuklar... giyelim en güzel elbiselerimizi..." O çocukluk heyecanları geride kaldı belki ve belki biz yarın erken kalkamayacağız ve de bayramlık cicilerimiz yok artık ama kalkıp şöyle güzel bir kahvaltı sofrası hazırlayıp birbirimizin bayramını tebrik edeceğiz inşallah. Tabi, yaşı benden küçük olan eşimin el öpme töreni de yeni bir tat bayramlarımda :)
16 Eylül 2009 Çarşamba
A Nice Documentary About Sarajevo
11 Eylül 2009 Cuma
Autumn, Höst, Sonbahar, I do not know how it is said in Bosnian :)
...
Mutluluk ya da huzur denen şeyin anlık bir şey olduğunu düşünmüşümdür hep. Hem de illa öyle büyük büyük anların içinde hissedilen değil ama birden öyle işte geliveren ufak şeylerden... Sonbaharda çok hissediyorum bunu. Akşam kanepede uzanırken hafifçe üşüyen bedenime bir battaniye atarken ya da içimi ısıtsın diye hazırladığım kahvenin kokusunu içime çekerken ya da balkonda öylece durup etrafı seyrederken yüzüme hafifçe değip geçen rüzgar ile öyle bir anda huzurlu hissediveriyorum. Gelecek ve geçmiş yok oluveriyor hafızamdan, öylece bir an sadece ben ve şimdi kalıveriyoruz huzurla, mutlulukla.
...
The poster that I put above the page is from one of my favorite autumn movies, Autumn in New York. I suggest you to see if you get a chance even only for nice pitoresques of New York streets, parks in autumn. Here is one of its bakground musics, Beautiful by Jennifer Paige.
8 Eylül 2009 Salı
Expansion
...
Kahneman and Tversky who got Nobel prize in economics found out the violations of the expected value theory.
1) Individuals are often observed overweighting outcomes considered certain relative to those which are probable. It means that weighting the probabilities is not due to objectivity but rather due to their sense of likelihood. It was found out that people have hard times to realize the weights of the events which are almost certain and almost impossible. For them, they either certain or impossible. On the other hand, people overweight the low probability events and underweight the medium and high probability ones.
2) While individuals exhibit risk averse behavior over potential gains, they show risk seeking behavior over potential losses.
3) The disutility of a loss is larger in absolute terms than the utility of a gain of equal magnitude. Which means that loss is affecting the behavior more than gain even though they have the same absolute values. Being loss averse...
4) When faced with a pair of prospects, subjects seem to decompose them into their common and different components, and base their choice on the components that are different, thus “isolating” the common components as irrelevant for decision.
5) Excessive discounting of the distant future relative to the near future. Myopia...
...
All in all, it means that people have 'bounded rationality' in the sense of violating the axioms of expected utility which causes them not being able to find efficient solutions for decisions.
2 Eylül 2009 Çarşamba
Edeb Ya Hu!
...
Öyle kelimeler var ki, harf öbekleri olmaktan çıktı, gündelik hayatımızın akışını şekillendirmeye başladı. "Hoyrat" bunlardan biri. Hoyratız birbirimize karşı. Ve sağımız, solumuz, önümüz, arkamız.... hoyrat. Yolda yürürken birbirimize bakışımız, evlerimizin çatıları altında birbirimizden söz edişimiz; konuşmalarımız, dedikodularımız, ithamlarımız, önyargılarımız, zanlarımız, yaftalamalarımız, dışlamalarımız....hep ama hep hoyrat. O kadar çok hırpalıyoruz ki birbirimizi, öylesine hırçın bir iklimdeyiz ki.... Halbuki bu arada uzaktan bir yerden sesleniyor eski mi eski bir öğreti. Tembihliyor usulca.
"Edeb ya HU edeb!"
...
Belki de bu yüzden seviyorum ufak şehirlerde olmayı bazen. Mesela okula giderken yürüyorum sadece. Yani otobüse bin-in derken bir sürü olası hoyratlıktan sakınıyorum. Dışarı hem adım atışımda hayatıma bir defa dahi girmiş olsalar da üzerime hakları binen insan sayısı da otomatikten azalıyor. Belki bir kaçış. Olsun! Rabbim her alanda herkese herşeye dair hoyratlıktan korusun!
26 Ağustos 2009 Çarşamba
Ramazan Serif Mubarek Olsun!
'Velhasıl-ı kelam', the first Ramazan in Sarajevo is going quite nice for us. Hope that God thinks the same about us :)
19 Ağustos 2009 Çarşamba
Bir Düş, Bir Hikaye, Gerçek Bir Anı
Bir varmış (sınız), bir yokmuş (sunuz)...
Nasıl olduğunu bilmek isterdim,
Evet, tüm sarsıcılığına rağmen bilmek isterdim.
...
Koltukta dinleniyordu, yorgunluğunu dindirmek için,
Hastalıkla daha da aciz hale gelen bedeninin, düşünce dolu zihninin, korku dolu yüreğinin...
Sen onu bulduğunda öylece uzanıyordu işte oracıkta,
Gözleri sabit bir noktaya dikili.
Hareket yok, söz yok, nefes yok!
Oysa...
Beraberce eşlik edeceğiniz şarkılar vardı daha dinlenecek,
Gecenin bir yarısı denize karşı o sarılırken sımsıkı sana.
Elini tutmaları vardı daha sen bir çocukmuşsun, bir sevgiliymişsin, bir kadınmışsın gibisine,
Sokaklar yabancı silüetlerle akıp geçerken her bir yanınızdan.
Altında ıslanılacak yağmurlar vardı beraberce,
Sen biraz durgunsun diye elinden tutup seni dışarıya çıkardığında.
Hayretle birbirinize işaretleyeceğiniz şeyler vardı görülecek daha,
O sana düşündüklerini, sen ona hissettiklerini anlatırken.
Uyanılacak güneşli sabahlar vardı,
O çocuksu gözlerini açıp tüm saflığıyla, ilk gördüğü şey sen olduğunda.
Oysa şimdi...
Hayat durdu işte biriniz için.
Sen son kez üstünü örttün,
Sanki üşüyecekmiş gibi.
Yine de...
Şu kısacık vakitte hayatına sığmış olmak teskin ediverdi bir an seni,
Gülümsedin.
Ah minel mevt!
"Bir zaman bir yerde buluşuruz (yine), bir gün bir yerde kavuşuruz (yine),
Başka yolu yok bunun!" değil mi?
12 Ağustos 2009 Çarşamba
Sarajevo Film Festival
11 Ağustos 2009 Salı
Announcement!
...
Blog sayfamın en altına Müzik Kutusu kısmı ekledim. Önerilerinizi ve düşüncelerinizi beklerim. Afiyetle dinleyin inş.
7 Ağustos 2009 Cuma
Pause
31 Temmuz 2009 Cuma
:(((
The Agenda
23 Temmuz 2009 Perşembe
Religious Sitcom?
21 Temmuz 2009 Salı
Trip to Dubrovnik (Croatia)
The city is not big as an area also. The most important part of the city is the 'old town'. There are so many things to see in that area; churches, monasteries, museums, fountains and even a mosque. We got a detailed map of old town before we go there and then see all the things what we wnated to see. Good to be organized. You can a scene from the main street of Old Town. There are beaches and some less crowded places to swim. You can also take boat trips to the closer small islands. We could get a chance for quite long walk around the places of Old Town, but I need to say, there are only houses, not so much special things to see.
Some tips for Dubrovnik; it is quite expensive city. You can search on wikitravel (http://wikitravel.org/en/Dubrovnik) where you can eat with cheaper prices before you go. There are some bakeries called 'pekara' where you can get cheaper stuff to eat outside wherever you want. Try to find a place to stay somewhere close to the Old Town. Otherwise you need to take bus in city every time when you want to go there. Below, you can see a nşght view from the Old Harbor.
Two days were totally enough to see most part of the city and all in all, it was really nice to see this small and beautiful city!
16 Temmuz 2009 Perşembe
11 Temmuz 2009 Cumartesi
Do Not Forget!
Small note: The name of Srebrenica comes from Srebren which means silver since silver mining was always important in that small area. However, today, the area is out of silver but its soil is now full of with victims maybe whose bodies are more valuable than silvers.
8 Temmuz 2009 Çarşamba
Improbable
Pascal was one of the early researches about probability issue. By using the expected value calculation (which is one of the basic calculations in probability theory today), he decided to change his life towards being more religious. Why? Here is the reason:
Which is greater?
a. Expected Value of hedonistic life
b. Expected Value of religious life
where
a= probability of no afterlife*joy from hedonism+probability of after life*eternal damnation
b=probability of no afterlife*joy from religion+probability of afterlife*eternal happiness
Pascal's logic was simple; if a was greater than b, he should be hedonistic but if b is greater than a, he should live religious life. Here, the value of eternal happiness was positive infinity and that the value of eternal damnation was negative infinity, hence, for the above calculations, a becomes minus infinity while b becomes positive infinity. Of course, then, a gets smaller than b which triggers Pascal to turn to religious life.
Laplace's Demon; Just because we can not measure the factors does not mean the coin flip is determined by chance. This theory basically was arguing that if ALL the factors of an event (let's say to flip a coin) are known like the speed of the particles in the air, the angle of our arm, the density of each side of the coin, the effect of any voices around us etc. etc. then prediction about what side will come as a result of flipping this coin could be done. But there is no program, human kind or any source which can take into account so many factors to predict the future events. And even for a small event like flipping a coin, there are so many factors, can you imagine how it would be hard to predict an event which is affected by more and complex factors? There are billions billions of events are happening around the world every day, how would it be so hard to predict so many events at the same time. Can you imagine? But as it was said above, just because we can not measure the factors does not mean they are the results of chance. (Can you imagine the complexity of the God's brain? :) Laplace also showed that the best way to predict reality is not to calculate the right answer but to figure out what answer will be the least wrong. (Nice principle :)
On the other hand, Laplace's Demon knows everything in the past, because the past is alway singular. But Laplace's demon does not know the precise future because there is more than one. Why? Because in each step of acting even the small changes move you towards different futures. To know all the facts never enough since to control them is something different. You wake up in the morning and if you could not drink coffee for example, later on you would need to go to a coffee shop where you will meet one of your friends and by keeping him or her via talking he or she will be late for the work which can cause his or her firing. If you could just manage to get a small cup of coffee in the morning before you leave the home, none would happen. Billions billions of different futures by very very small act of you in each day. Crazy? Yes, if you knew what each of them would cause you could trun into crazy easily. This fits so much into my fate theory. Nice... And finally, Deja vu (the feeling as if you had this moment before) is a memory of a possible future...
Bu arada, youkarıda bahsettiğim kitap Türkçe'ye Olasılıksız adı ile Şirin Yener tarfından çevrildi. İlgililere duyrulur!
27 Haziran 2009 Cumartesi
IUS's First Graduation Ceremony
19 Haziran 2009 Cuma
Bosna Fasli 3
10 Haziran 2009 Çarşamba
What Could I be...?
6 Haziran 2009 Cumartesi
Our One Year Anniversary :)
...
There are so many thing to say but I do not think that I can do. I can only say thanks first to God and then to him for every second of our togetherness. We have been married since 1 year and we have been in each other's ives since more than 2 years which made so many changes on us and each other's lives. When I turn back and try to think about them, I am surprised how amazingly the good, positive and happy things dominate the bad, sad and negative ones. Maybe it is something like that to have a good relationship :)
...
Thanks to my lovely guy that he bravely changed so many things in his life and added so many different things in my life too. Thanks for being together with me, talking with me or at least praying for me every time when I need. Thanks for making me feel a woman and at the same time wakening the little girl hiding somewhere inside me since the sad times of my childhood. And finally, thanks for being loved by you with the purest love I have ever seen. Thanks a lot!
...
I wish we could be together for this special day but it did not happen. Hope to compensate it soon... By the way, today is also the national day of Sweden. It was not our meaning to have our wedding at the same time with the national day but it became just an interesting coincidence :)
29 Mayıs 2009 Cuma
From the University
28 Mayıs 2009 Perşembe
Bosna Faslı II
Cevap: Öncelikle, bu topraklardaki 3 temel etnik grup yani Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatlar orjin olarak Güney Slavlarından geliyorlar. Fakat tabi ki o zamanlar bizim bugün kullandığımız anlamda etnik bir ayrım söz konusu değil. Aralarındaki ayrım temel olarak dinsel. Sırplar Ortodoks, Hırvatlar Katolik ve Boşnaklar (asi ve çıkıntı kesim) Bosna kilisesi denilen ve de Vatikan tarafından kabul edilmeyen Bogomil öğretilerine bağlılar orta çağda. Bugün Bosna Hersek diye adlandırdığımız bölgenin malumdur ki sınırları da farklılıklar gösteriyor zamanlara göre. Bu noktada önemli bir not şu ki bölgenin en karışık kısmı hep Bosna olmuş. Çünkü Hırvatistan'da ağırlıklı olarak Hırvatlar, Sırbistan'da ağırlıklı olarak ise Sırplar varmış ve hala öyle. Bosna'da ise, sebebini bilmiyorum ama, halk hep karışık olagelmiş. Osmanlı 1463'te Bosna'ya Fatih zamanında ayak basıyor ve de uzun bir zaman dilimi içerisinde Bogomil Boşnaklar islamiyete geçiyor. Osmanlı'nın gerileyişi ile 1878'de Bosna Hersek geçici olarak Avusturya-Macaristan imparatorluğuna devrediliyor. İşte bu dönem sonu itibariyle özellikle Sırp olmak üzere milliyetçi hareketler başgösteriyor. Avusturya-Macaristan imp. Sırp ve Hırvatları 2 resmi etnik grup kabul ederken müslüman Boşnaklar bu aşamada geri kalıyor. Zannımca bu, islami millet aidiyetine olan bağlılıkları ve herhangi bir milliyetçilikten kaçınmalarından geliyor. Tabi başka sebepleri de mevcut; burjuvazi-elit eksikliği, politik yapılanmada gecikme vs. gibi. 1918'de yani savaştan sonra Sırbistan önderliğinde Sırbistan, Hırvatistan ve Sloven federasyonu (Birinci Yugoslav imp.) kuruluyor. İlginçtir ki müslümanların azınlık konumuna geçtiği andan itibaren yani Osmanlı'nın çekilmesi ile ara ara müslüman ajitasyonu gerçekleşiyor hep. Yani tarih soykırımlara yabancı değil bu topraklarda. 2. Dünya Savaşı sonrasında ise Tito önderliğinde komünist rejime geçiliyor ve 2. Yugoslav imp. dönemi başlıyor. 1970'lere kadar özellikle islamı kısıtlayıcı katı bir rejim iken 70'lerden sonra bir serbestleşme başgösteriyor ülkede. 1974'te ilk defa müslüman Bosnalıların kendilerini müslüman olarak tanımlamalarına izin verildi. Önceden kendilerini Sırp, Hırvat ya da Yugoslav olarak tanımlayabiliyorladı. Şurası önemli ki 1993'e kadar Bosnalı müslümanların kimlikleri etnik köken olarak değil din üzerinden tanımlanıyor; Hırvat ve Sırpların aksine. Ayrıca Sırplar ve HIrvatlar ısrarla Boşnaklar'ın müslümanlaşmış Hırvat ya da Sırplar olduklarını iddia ediyorlar. 1980'li yıllarda Sırp milliyetçiliği yükselişe geçiyor. Politik partiler, medya ve hatta ordu gücünü arkasına alan Sırplar 1992'de Boşnaklar'ın bağımsızlık ilanının ardından savaş açıyorlar. Bu arada, komünizmin çöküşünün ardından Yugoslavya'dan ayrılan ilk devlet Slovenya. BUnu Hırvatlar ve Makedonlar takip ediyor. Savaş süresince yaşananlar malumunuz zaten. Savaş, 1995 yılnda ABD'nin arabuluculuğu ve Dayton anlaşması ile sona eriyor. Fakat sorunların nihayete erdiğini söylemek zor. Öncelikle, Bosna-Hersek tek devlet gibi görülse de kendi içinde 2 ayrı devlet gibi; Hırvat-Boşnak Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti. Ülkenin batı ve güney kesimleri ilk gruba dahilken foğu ve kuzeyi Sırp Cumhuriyeti'ne dahil. İşin kötüsü şu ki Sırplar Bosna devleti diye bir devlet tanımıyor! Anlaşma ve ülkedeki AB-NATO-ABD güçlerinin etkisi ile yapay bir bağlanma içindeler Bosna'ya o kadar. Bütün bu güçler ülkeden ayrılırsa ne olur tartışması var şu an gündemde. Haziran'ın 30'unda OHR (yüksek temsilci) bir daha atanmamak üzere görevini tamamlayacak. Bunun, ülkede tekrar bir kaosa yol açabileceği konuşuluyor. Ben bu kadar ileri gidebileceğini sanmıyorum ama ufak çaplı karışıklıklara yol açabilir. Ayrıca, her ne kadar yabancı olarak biz fark edemesek de, insanların günlük yaşantılarında 3'lü bir ayrım olduğu söyleniyor yani beraber çalışmak zorunda olsalar da Hırvatlar, Sırplar ve Boşnaklar ayrı takılıyorlar tabiri caizse. Ülkenin çok karışık bir politik yapısı var şu an. 2 entitite, kantonlar, 3 ayrı başbakan vs. Her şey sistemin işleyişini yavaşlatıyor. Hayırlısı, ne diyelim!
Soru: Bosna'da özellikle Saraybosna'da gezilebilecek yerler nereler?
Cevap: Saraybosna, 400 bin civarı bir nüfusa sahip. Çoğunluğu Boşnaklardan oluşuyor. Şehir doğu batı doğrultusunda ince bir şerit halinde uzanıyor. Batı ucunda haşmetli İgman dağı dikiliyor. Şehrin dağlık bölgelerinde halen temizlenmeyen mayınlar olduğu için bilen bir kişi olmadan dağ gezisini tavsiye etmem hiç. Şehrin doğu ucunu ise Başçarşı oluşturuyor. Hani şu Türk televizyonlarında, kartpostallarda en çok yer alan Sebil ve eski Osmanlı çarşısının olduğu yer. Hayal kırıklığı yaratmak istemem ama şehirdeki Osmanlı yapıları sadece burada bulunmakta ve de o da oldukça kısıtlı bir alan. Bosna tarihi dersini aldığım kıymetli hocam Fikret Karcic'in ifadesi ile şehir 3 değişik zamana ait 3 silüete sahip; Başçarşı'dan Ferhadiye'ye kadar Osmanlı, Ferhadiye-Marin Dvor arası Avusturya-Macaristan ve buradan ta diğer uç Ilıca'ya kadar komünist dönem. Gezilecek bölge de daha çok bu Başçarşı-Ferhadiye civarı... İgman dağı yamacındaki yemyeşil alan Virala Bosna ise piknik ve dinlenme için çok hoş. Ben, neredeyse şehir boyunca uzanan nehir kenarını seviyorum çok. Yürüyüş ve sükunet için birebir. Saraybosna Milli müzesi ise görülmesi gerekn bir başka yer. Romalılar, Bogomil dönemden kalma eserler görmek mevcut. Bunun dşında, Saraybosna'ya 3 saat kadar uzakta olan Mostar başka bir gezi alternatifi olabilir. Tabi ki Mostar köprüsü en önemli yeri bu şehrin. Ufak ve şirin bir çarşısı var Mostar'ın ayrıca. Vezirler şehri diye adı geçen Travnik bir başka gezilecek yer. Kalesi, eski camileri ve nehir kenarı ile ben bu şehri çok sempatik buldum.
Soru: Bosna ve Boşnaklar genel olarak bizim Türkiye'deki Boşnak ve Bosna algımıza göre nasıl konumlanıyorlar?
Cevap: Öncelikle şunu söyleyeyim ki eski Osmanlı topraklarına bakışımız, Türkler olarak, çok romantik. Saçma hareketlere dönüşmedikten sonra bunda bir beis görmesem de bu romantik bakışın bugünün gerçeklerini algılamamızda bizi engellediğini düşünüyorum. İkinicisi, Bosna, özellikle ve Saraybosna, ve de Boşnaklar bize Türkiye'de ekranlardan ve medyadan sunulan gibi değil. Bunu herhangi bir olumsuzlama vs. olarak değil, açıklayıcı olması açısından söylüyorum. Buralar Osmanlı zamanında bile Osmanlı'nın en uç Batı bölgesi imiş. Ki bunun ardından Avusturya-Macaristan ve komünist tecrübeden geçmişler. Bunların, üzerlerinde etki bırakmamış olması imkansız. Yani tarihlsel tecrübeleri 1878'den beri bizden farklı. Şehre adımınızı attığınızda fark ediyorsunuz ki burası doğuya değil kesinlikle batıya yakın. Zaten kendilerini de müslüman batılılar olarak tanımlıyorlar.
Şİmdilik bu kadar olsun, devamı gelir inş.
24 Mayıs 2009 Pazar
Ufak bir Paylaşım
15 Mayıs 2009 Cuma
(Saray)Bosna Hakkında Sıkça Sorulan Sorular/Merak Edilenler I
...
Soru: Bosna'ya nasıl gidilir?
Cevap: Öncelikle, Bosna'da 1 tek havalimanı var, oda başkent Saraybosna'daki Butmir havaalanı. THY'nin sıkça seferleri var fakat oldukça pahalı, özellikle de yolculuğun sadece 1 saat sürdüğü göz önüne alınırsa... Bosna'nın yerel hava şirketi, Air Bosna zaten çok sefer yapmıyordu ve eski Rus tipi uçaklara sahip idi. Zaten artık onun 49%'unu da THY aldığı için Türkiye'den uçuşlar için monopol bir ortam doğduğunu söyleyebilirim. Bunun dışında, karayolu da bir tercih olabilir ama otobüs yolculuğu hem uzun sürüyor hem de Yunanistan, Bulgaristan gibi AB üyesi ülkelerden geçildiği için vize alma sorunu var. Ha bu arada, Bosna, Türk vatandaşlarından 3 ay kalma süresi dahilinde vize istemiyor. Özel seyahat şirketleri de düşünülebilir. Ama onların fiyatları, organizasyonları hakkında tek tek bilgim yoktur maalesef.
Soru: Savaşın izleri var mı hala oralarda, hem maddi hem manevi olarak?
Cevap: Bu soruya cevabım en çok Saraybosna hakkında ve de gördüğüm tek tük şehir hakkında olacak. Önce Saraybosna... 3 yıl boyunca ara vermeden saldırı yaşayan ve hemen hemen etkilenmeyen hiç bir bölgesi olmayan bir şehirde tabidir ki hala savaşın maddi izleri var. Aşağı yukarı her apartmanda kapatılmak istense dahi bir tarafından belli olan top ve mermi izleri var. Özellikle de yüksek binalarda. Bunların bir çoğu, yanlış bilindiği üzre, savaşın hatıralarını canlı tutmak için değil fakat maddi yetersizlikler dolayısı ile onarılamıyor. Fakat yine de onarım geçiren bina sayısı oldukça fazla. Mesela bizim oturduğumuz bina Fransa'nın katkıları ile onarılmış. Girişte levha var buna dair. Bundan başka, yol üstünde top izlerine rastlamak da mümkün. Zaten bunları kırmızı boyayla doldurup Saraybosna gülü diye adlandırıyorlar. Mostar da Srebrenica da durum şağı yukarı aynı, yani top izleri, mermi izleri ve onarılmaya devam edilen binalar... Manevi anlamdaki tespitlerde bulunmak biraz daha zor çünkü Boşnak halk ile çok sıkı bir bağım yok ve de bu konuda konuşmak hassas geliyor hem bana hem onlara... Ama diyebilirim ki, savaştan dolayı olabilir, toplumda bir çekimserlik var. Tramvayda biri birini boğazlasa kimsenin kılı kıpırdamıyor. Dövüş, kavga vs. olaylarından olabildiğince uzak durmaya çalışıyorlar gibi geliyor bana. Haksız da sayılmazlar tabi. Sokakta yürüken bacağını, kolunu kaybetmiş orta yaşlı erkek görmek oldukça olası. Herhangi güçlü bir patlama olduğunda halkın korku yaşadığı kanısındayım, hatıralara binaen. Hatta ben bile olumsuz etkileniyorum. Mesela, bir defasında akşam sokakta yürürken bir patlama sesi duydum. İlk tepkim şu oldu; "Allah, savaş başladı herhalde tekrar!" Sonra fark ettim ki meğer havai fişek gösterisi oluyormuş. Bu korku hali hoş değil tabi ama ben Bosna tarihini ve şu anki politik durumu öğrendikçe daha da çok korkuyorum desem yeri. Neyse, buna daha sonra değineyim. Devam niyetiyle...
Not: Bu ara Eurovision var ya hadi ona da değinmeden geçmeyeyim. Bizim durumumuz malum; Türk usulü salla pati Britney Spears versiyonu bir şarkı ile katılıyoruz. Her ne kadar şansımız olduğu söylense de ben şarkıyı beğenmedim. Favorilerim ise şöyle; Ermenistan (hem yerel kıyafetler hem de yerel tını çok hoş), Norveç (tamam şarkı çok çok harika değil ama seslendirenle baya güzel oluyor :), Bosna (onlara torpil geçmiyorum ama hakkaten güzel şarkı), Portekiz (kazanacaklarını sanmıyorum ama dillerini dinlemek hoş). Millet Azerbaycan'ı da beğenmiş. Şarkıyı mı yoksa kızcağızı mı beğendiler o konuda şüpheliyim. Hadi miss world olsa yarışma neyse de... Yunanistan için katılan vatandaştan da hiç hazetmiyorum. Allah vere de seçilmese, müzik denen şeyin ruhuna hakaret olur yani. İşte benim yorumlarım böyle, bakalım yarın neler olacak? :)
10 Nisan 2009 Cuma
Spring and My Pumps :)
I do not know what the basic signs of the spring are for you, but for me they are the blossoming trees and what I am wearing, especially as shoes :) Nowadays, Sarajevo is full with the blossoming trees (white, pink, yellow) as in the picture. And, yeees, I can now start to wear my lovely pumps that I bought from din skor (a swedish shoe shop) in rea (discount). Signs are ok for me now, spring is here!!!
31 Mart 2009 Salı
Bosna ve Deprem
5 Mart 2009 Perşembe
Issız Adam
...
Çağan Irmak'ın yeni filmi Issız Adam‘ı izledim geçtiğimiz günlerde. Tek başıma gittim. Normalde sinema benim için “birliktelik” işidir. Yani yanımda en az bir arkadaşım olmalı. O büyülü karanlığa, perdede geçen kurgulanmış hikayelere tezat olsun diye gerçekle bir bağım olsun isterim yanıbaşımda.
Issız Adam ile ilgili mümkün olduğunca az eleştiri, az ön bilgiye mağruz kalmaya çalışmıştım gitmeden önce. Kulaklarımı tıkadım. Buna rağmen sızan ön bilgiler arasında öyle bir tanesi vardı ki, muhakkak yalnız, tek başıma gitmeliydim. O ön bilgiyi paylaşmak istemiyorum. Ama gerçekten de “yalnız” gitmek doğru bir kararmış benim için.
Öncelikle Issız Adam’ın aceleye gelmiş bir film olduğunu düşündüğümün altını çizerek başlamak istiyorum. Senaryo öyle kopuk ki, sanki 5 sezon devam etmiş bir dizinin 5, 16, 21, 34, 43, 51. bölümlerini izlemişim gibi bir his verdi. Yani “film” olarak alındığında Issız Adam başarılamamış, hikaye oturtulamamış, zıplayan bir yapıya bürünmüş.
Aslında anlatılmak istenen hikaye oldukça sert ve gerçek olmasına rağmen, karakterler doğru adımlarla geliştirilememiş görünüyor. Ama şu bir gerçek ki, bu 5 sezonluk dizinin en vurucu bölümlerini izlediğimi hissettim.
Issız Adam’ın vurduğu nokta bu dönemin aşklarını çok gerçek bir şekilde verebilmiş olması. Hepimiz kendimizden bir şeyler bulduk hikayede. Çünkü biz de bu kadar garip ve nedensiziz aşkın ortasındayken.
Bu dönemin en büyük açlığı sevilmek. Sevilmek istiyoruz. Hem de efsanevi bir şekilde. Roman karakteri olmak istiyoruz ama yaşadığımız bu modern hayatta pek roman yazılmıyor. Ya da şöyle demeliyim, hiçbirimizin yaşadığı, bildiğimiz ve ihtirasla okuduğumuz bir romana benzemiyor ve benzemeyecek de. Çünkü biz de bu dönemin insanıyız. Sığ, çabuk tüketen, ne aradığını ve nasıl mutlu olacağını bilmeyen ama delicesine mutluluğu isteyen insanlar… Para, kariyer ya da şan, şöhretin peşinde koşuyoruz. Egolarımızı büyütünce mutlu olacağımızı zannediyoruz.
Buna rağmen, yaşanan bu modernite içerisinde roman karakteri gibi bir ilişkinin peşindeyiz. Karşımıza çıkanları önce herkese benzetiyoruz. İstemediğimiz herkese. Daha sonra bir küçük tavır, hareket, cümle birden bizi “Bu o mu yoksa?“ya götürüveriyor, işte bu derece açız sevilmeye.
Kim olursak olalım, hangi sosyal statüye sahip olursak olalım, aşkın ışığını cılız da olsa gördüğümüzde afallamaya başlıyoruz. Roman karakteri oluveriyor bir anda herkes “o” dahil. Tekrar ettiğimi bile bile yine yazıyorum; çünkü sevilmeye açız.
Bazı kriterlerin ya da farklılıkların aşık olma eşiğimize kadar taşıyvermesi çok kolay artık. Bazen de “o” olmadığını bildiğimiz halde, çarpık haller, kusurlar bile bize çekici geliyor. Diğerlerinden farklı oluşunun nedenlerinin zarar verici olması bile onu daha çekici kılabiliyor. Onu ayrıştırıyor ve aşık olmaya yelteniyoruz.
İşte Issız Adam bu noktaları, o kadar net veriyor ki, hepimiz karakterlerde kendimizi buluyoruz. Bu netlikler, karakterlerin özlediğimiz, yoğun ve derin bir aşk içinde olduğunu göstermiyor. Aksine günümüz ilişkilerinin sığlığını ve çabucak oluverişini ve hemen tüketiliverişini sertçe yüzümüze vuruyor.
Netlikler bölük pörçük ve hatta tam birbirine oturmuyor ama biz hayatımızdaki parçalarla, filmin kurgusundaki bu boşlukları gayet güzel bir şekilde dolduruyoruz.
Bir sürü eksik harf ve harflerin birçoğu yalnış yerde. Ama beynimiz ve yaşadıklarımız Issız Adam’ın bu boşluklarını öyle güzel dolduruyor ki, cümlesini gayet net bir şekilde okuyabiliyoruz. Çünkü bizim roman olamayacak kadar etkisiz hikayemiz anlatılıyor.
FriendFeed‘de Göze Sencer filmden bahsetmiş. Aslında Dilek Önder‘in film ile ilgili eleştirilerine katıldığını belirtmiş. Dilek Önder şöyle diyor;
Nerede, kim, kimi seviyor arkadaşlar, kendinize gelin.
Topu topu 1 aylık bir ilişki hadi hatırınıza aşk diyelim, yaşadılar sonra da erkeğin bağlanamama krizi yüzünden ayrılmadı mı bunlar?
Daral geliyor ve her daral gelen adam gibi, “Ayrılalım” diyor. Adam öteki hayatı seçiyor.
Şimdi sevgi bunun neresinde? Sevgi bu mudur yani? Vermektir, fedakârlık etmektir, emektir, paylaşmaktır…
Öyle sadece kakada kikidi ve sevişmeyle olmaz. Doğru mu? Eee? Bu ne yapıyor? Sıkışınca kaçıyor.Siz de bu adama ağlıyorsunuz?
Tüm bu eleştiriler filmin olmamışlığına dair değil de, olmuşluğunu gösteriyor bence. Zaten Alper gerçek biri olsa, bi’ tanıdığımız olsa, aynen Dilek hanımın yazdıklarını söylerdik yüzüne. İşte bu da karakterin ne kadar günümüz gerçeğine uygun olduğunu gösteriyor.
Maalesef ilişkiler bu kadar garip şimdi. “Bunun neresi aşk, neresi sevgi” diyoruz. Değil zaten. Bilinen, eski, saf, temiz, tutkulu ilişkilerden yaşmıyoruz ki artık.
1 ayda yükseliyor, kapılıyor ve ay sonunda bitiveriyoruz. Ve adını büyük, tutkulu aşk koyuveriyoruz. Çünkü işimize geliyor. Hızlı yaşıyoruz biz, hızlı tüketiyoruz herkesi ve her şeyi.
Aslında bu film aşk filmi değil “İstanbul” filmi. Gerçek bir İstanbul filmi. Hepimizin bu şehirde yaşadıkları kadar saçmadır filmin hikayesi. Hepimizin ilişkileri kadar sığ, hepimizinkiler kadar abartılmıştır. Abartırız yaşadıklarımızı, dünyanın kaderiyle oynarız sanki, büyük büyük laflar, felsefi ağıtlar.
İzlerken ağladık çünkü bizdik o perdedeki karakterler. Gözleri, bakışları, dokunamayışları, sevmeye korkmaları, başkalarına kaçmaları, başkasını sever gibi yapıp, işe yaramayan intikamlar almaya uğraşmaları, hepsi bizdik. Biz de aynen böyle garip kalıyoruz ilişkiler ortasında artık. Bizi bu dönem mi böyle yaptı yoksa biz mi eskileri yozlaştırdık bilmiyorum.
Öyle bir annesi olan birinin, nasıl değişebildiğinin, yaşadığı saçma hayatın, inandığı saçma hedeflerin ve koşturmanın, yani İstanbul’un, saflığı nasıl da bozduğunu, nasıl aşkın en güzel hallerinden bile korkan biri çıkarttığını gösteriyor.
Diğer tarafta romanlardaki aşkın peşinde olan ama birçok kez öyle bir aşkı yaşadığını zannedip kapılıveren bir kız. Darbeler alan, yıkılan ve güçlü olduğunu, kimseye ihtiyacı olmadığını, tek başına ayakta durmanın marifet olduğunu zanneden, hayatı sonuna kadar “öğrendiğini” varsayıp, yine hataları yapmaktan geri durmayan ve hatta bu hataları yaşamış olmaktan mazoşistçe haz alan ama bunu dışarıya belli etmeyen bir kız.
Buyuz, biziz bu karakterler. Biraz incitici, maalesef gerçek.
12 Şubat 2009 Perşembe
Vacation Time: We are going to Turkey!!!
Note: On the picture, my nice pink and girlish suitcase+Freddie´s bag. I will fill mine with lots of books in Turkey. It is my biggest dream at that moment :)
...
Yarin itibariylen Manisa´ya geliyoruz insallah, ilgililere duyrulu!!!
10 Şubat 2009 Salı
Brighter Than Sunshine :)
I never understood before
I never knew what love was for
My heart was broke, my head was sore
What a feeling
Tied up in ancient history
I didn´t believe in destiny
I look up you're standing next to me
What a feeling
What a feeling in my soul
Love burns brighter than sunshine
Brighter than sunshine
Let the rain fall, i don't care
I'm yours and suddenly you're mine
Suddenly you're mine
and it's brighter than sunshine
I never saw it happening
I'd given up and given in
I just couldn't take the hurt again
What a feeling
I didn't have the strength to fight
suddenly you seemed so right
Me and you
What a feeling
What a feeling in my soul
Love burns brighter than sunshine
It's brighter than sunshine
Let the rain fall, I don't care
I'm yours and suddenly you're mine
Suddenly you're mine
It's brighter than the sun
It's brighter than the sun
It's brighter than the sun, sun, shine.
Love will remain a mystery
But give me your hand and you will see
Your heart is keeping time with me
What a feeling in my soul
Love burns brighter than sunshine
It's brighter than sunshine
Let the rain fall, I don't care
I'm yours and suddenly you're mine
Suddenly you're mine
9 Şubat 2009 Pazartesi
Sarajevo Winter Festival
5 Şubat 2009 Perşembe
Erkekler Mars'tan Kadınlar Venüs'ten, eee sonra?
Önce erkeklere dair tespitler: "Bir erkeğin benlik bilinci, sonuç alma becerisiyle tanımlanır. Bir erkeğe o istemeden öneride bulunmak, onun ne yapacağını bilmediğini ya da bunu kendi başına yapamayacağını ima etmek demektir. Marslılar (yani erkekler) kendilerini iyi hissetmek için sorunlarını kendi başlarına çözmek amacıyla mağaralarına çekilirler." Ve yazara göre mağarasına çekilmiş bir erkeğe yapılabilecek en büyük hata, çoğu kadının yaptığı, içeri girip onu konuşturmaya çalışmaktır. Bu noktada yazar hem kadılara hem erkeklere böyle anlarda neler yapabileceklerine dair önerilerde bulunuyor. Şimdi de kadınlara dair tespitler; "Bir kadının benlik bilinci, duygularının ve ilişkilerinin niteliğiyle tanımlanır. Venüslüler (yani kadınlar) kendilerini iyi hissetmek için biraraya toplanıp sorunlarını açıkça konuşurlar." Hemcinslerim adına söyleyebilirim ki kadınlara dair bu tespitler çok yerinde. Kendimi düşünüyorum da yoğun geçmiş bir günün ardından iple çektiğim bir şey eve gelip günün özetini eşimle paylaşmak. Hatta yolda gelirken nelerden bahsedeciğimi bile düşünerek sevindirik olabiliyorum :) Şikayet etmek, sorunlara çözüm aramak vs. için değil ama sadece konuşup paylaşmak için. İşte yazar diyor ki tam da bu noktada kadın ve erkeklerin en çok sorun yaşadığı durum açığa çıkıyor ki kadınların bir çoğu, partnerlerinin kendilerini yeterince dinlemediğinden şikayetçiler. Peki eğer karşı cins isteklendirilmek isteniyorsa ne yapılmalı? İşte bazı öğütler; "erkekler kendilerine ihtiyaç duyulduğunda güçlenip harekete geçerlerken kadınlar sevildiklerini hissettiklerinde harekete geçip güçlenirler." Kulağa oldukça yakın geliyor. Bundan değilmidir ki bir çok filmde, kitapta, reklamda vs. erkekleri etkilemek ve istediklerini yaptırmak isteyen bayanlar erkeğe ne kadar ihtiyaç duyduklarını hissettirmeye çalışırlar. Burada hoş bir örnek veriyor yazar, farklılıklara dair. Mesela eşinizle arabada bir yere gidiyorsunuz ve de vaktinde yetişmeniz gereken bir yer var. Eşiniz, erkek, bir türlü yolu bulamıyor. Bu durumda işleri sarpa sardırmanın en kısa yolu, genelde kadınların yaptığı gibi, ani önerilerde bulunarak erkeğe yetersiz kaldığını hissettirmek. Mesela; "böyle giderse hayatta yetişemeyiz. Sana teminden beri diyorum, öteki yola sapmalıydık. Birine sorsan?" vs. Ufak gibi görünen ama sık sık düşülebilen cinsten hatalar.
...
"Bir erkek bir kadını sevdiğinde, daha fazla yakınlaşmadan önce belli zamanlarda kendini geri çekme gereği hisseder." Yani yazarın tabiriyle erkekler lastik şerit gibidir. Yani yalnızlık ve yakınlık dürtüleri arasında gider gelir. Yine bir hata olaraktan erkek kendini çektiği zamanlar kadınlar aşırı üste gitmelerle durumu kötüleştirirler yazara göre. Ama bu da makuldür onlara göre, çünkü erkeğin geri gelmeyeceğinden korkarlar. Yazar, kadınları ise dalgalara benzetiyor.
...
Oldukça ilginç bir ölüm ise kadın ve erkeklerin temel sevgi gereksinmelerinin neler olduğuna dair. Kadınlar için sıralama şöyle; 1. şefkat 2. anlayış 3. saygı 4. bağlılık 5. haklı görülme 6. güvence Erkeklerin sıralaması ise şöyle; 1. güven 2. kabul 3. takdir 4. beğenilme 5. onay 6. teşvik. Ne kadar farklı görünüyor değil mi?
...
Kitapta daha pek çok bölüm var ama uzatmamak için hoşuma giden bir kısımla bitireyim. Her şeye rağmen, diyor ki yazar, aşkın mevsimleri vardır. Mesela; aşık olmak ilkbahar gibidir, sonsuza dek mutlu olacakmışız gibi bir duyguya kapılırız. Yaz mevsiminde ise eşimizin sandığımız kadar kusursuz olmadığını ve ilişkimiz üzerinde çalışmamız gerektiğini anlarız. Sonbaharında, yazın ilişkimize iyi baktı isek hasadını alırız. Daha olgun bir aşka yelken açarız. Kışın ise soğuk veverimsiz aylar gibi içine kapanma, yenilenme zamanı gelmiştir.